Enstitu.net || Blog
Enstitu.net blog sayfasına hoş geldiniz.
Yıkımları incelerken savaşın çevre üzerindeki etkilerini iki ana gruba ayırabiliriz. İlk olarak çevrenin düşmanca amaçlarla kullanılması ikinci olarak ise savaş sırasında aktif kullanılan silahların çevreye yaptığı etkilerdir. İlk grupta düşmanca amaçlarla çevrenin değiştirilmesi düşmanı zarara uğratmanın temel odağını oluşturmuştur. Uygulanan teknikler başlıca kuraklık yaratmak, ormanları yakarak düşmanın saklamasını ve ürünlerden yararlanmasını engellemek, barajları tahrip ederek su baskınları ve sel yaratmak olarak kabul edebiliriz. 1991 yılında gerçekleşen Körfez Savaşı’nda petrol sahalarının askeri hedef olarak seçilmesi ekosistem üzerinde ciddi etkiler yaratmıştır. ‘Bu savaşın etkisiyle Mezopotamya’da 15.000 km² sulak alan yok oldu. On binlerce kuş öldü, birçoğu petrolün kalıcı etkilerine maruz kaldı. Karideslerin sayısı savaş öncesinin %1’ine kadar düştü.
İkinci grup olarak belirttiğimiz aktif olarak kullanılan askeri mühimmatların etkisini en açık şekilde gözler önüne seren durum ise bir bombanın toprak üzerinde yarattığı yıkımdır. Bu yıkımı teknik olarak incelenmesine bakacak olursak;
“Bombalar patladıkları zaman yaklaşık 3 bin derecelik bir sıcaklık yaratmaktadır. Bu sadece o bölgedeki hayvanların ve bitki örtüsünün değil toprağın alt katmanlarının da ölümü anlamına gelmektedir. Ve toprağın tekrar sağlıklı yapısına kavuşması için en az 1500 en fazla 7 bin yıl geçmesi gerekmektedir.”
Savaş teknolojisin gelişmesi bombaların çevre üzerindeki etkisini çok daha fazla arttırmıştır. II. Dünya Savaşı’nı hızlıca bitirmek isteyen ABD’nin ilk kez kullandığı atom bombası sadece üzerine düştüğü toprak parçasını etkilemekle kalmamıştır. Hiroşima’ya atılan 15 kilotonluk atom bombasının etkisini sırasıyla incelersek;
“Bomba düştükten sonra 1 milyon derecelik bir ateş topu yayıyor. Nükleer şimşek denilen bu topun çapı yaklaşık 200 metre. Ateş önce 1 kilometreye yayılıyor. Ölümcül etki 4 kilometre çapına kadar ulaşıyor. Ses hızında ilerleyen patlamada önce 500 metredeki beton binalar yıkılıyor. 2 kilometre yakındaki tuğla binalar ile 3 kilometredeki ahşap binaların çoğu yerle bir oluyor. Patlamanın etkisiyle atmosfere tonlarca kül ve radyoaktif madde yayılıyor. Mantar şeklindeki nükleer bulutun yüksekliği 12 kilometreye kadar ulaşıyor. Havadaki radyoaktif maddeler haftalarca etkili olmaya devam ediyor. Bu maddelerin etkisi bölgede bir kuşaktan insanı etkileyebiliyor.”
İlk kullanımın yaptığı etkinin çok yüksek olması atom bombasını teknolojisinin engellenmesi amacını da doğurdu ancak günümüzde uygulanan hiçbir uluslararası hukuk antlaşmalarında nükleer silahların kullanımını açıkça yasaklamamış ancak antlaşmalar çevreyi ve insanları nükleer etkilerden korumayı amaçlamıştır.
Çevrenin savaşın genel etkilerinden korunması için ise çok daha geniş antlaşmalar ve çalışmalar yapılmıştır. Bu konuda en sıkı çalışmayı sürekli olarak askeri tatbikatlar yapan ve savaşlarda taraf olan NATO yapmak zorunda kalmıştır. NATO çevresel etkinin azaltılması kapsamında ilk olarak çevre doktrinini belirlemiştir. Çevre doktrini, askeri görevler yerine getirilirken makul sayılabilecek çevresel önlemlerin alınması olarak tanımlanmıştır.
Aktif olarak bir savaş sırasında bombalanan şehirlerde temel insani ihtiyaçlar karşılanamaz hale gelmiştir. Kıt kaynakların paylaşımı, sağlık hakkına erişimin kısıtlanması, tarımsal ve sanayi bakımından üretimin durması, savaşın tarafı olan ülkenin ülke kaynaklarını tamamen savaşa yönlendirmesi büyük bir göç sorununun da sebebi olmuştur. II. Dünya Savaşı sırasında dönemin Nazi Alman hükümeti tarafından temel düşman olarak görülen Yahudi nüfusu en önemli göç dalgalarından birisini oluşturmuş. I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin’de 60 bin civarında Yahudi’nin yaşadığı düşünülmekteydi. II. Dünya Savaşı ortaya çıkmadan hemen önce Filistin’deki Yahudi nüfusu 399.808 olarak hesaplanmıştır.
Savaş insanları yurtlarından ettiği gibi hayvanlara da ciddi etkiler yapmıştır. Bazı hayvanlar aktif olarak savaşta zarar vermesi için kullanılırken bazılarının da bedenlerinden faydalanılmıştır. Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki 3 yıllık sivil savaşta ülkede binlerce fil, nesli tükenmekte olan goril ve diğer nesli tükenen türlerin askerler tarafından yemek ve fildişi için öldürüldüğü izlenmiştir. II. Dünya Savaşı’nda en çok insanını kaybeden ülke olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde (kısaca SSCB) ise savaşta yalnızca insanlar kullanılmamıştır. SSCB’de köpeklerde aktif olarak savaşın bir parçası konumundadır. Denemelerine 1935 yılında başlanan ‘Tank Avcısı Köpekler (SİT)’ Pavlov’un şartlı refleks kuramına göre eğitilmiştir. Bu eğitime göre köpekler kapalı bir yerde aç tutulmakta, daha sonra tankların altına et konarak serbest bırakılmaktadır. Üst üste bunun yapılmasının ardından aç tutulan köpek, serbest kaldığında doğrudan gelen tankın altına koşmaktadır. Köpeğe bağlı olan bombalar tankla temas halinde patlamaktadır. Bu eğitimli köpekler II. Dünya Savaşı’nda 13 birlik olarak savaşta bulunmuş ve 300 Alman tankı imha etmiştir. Köpeklerin ölmeden tanklara saldırması için denemelerde bulunulmuş ancak bir sonuca varılamamıştır.
Verdiğimiz bu örnekler savaşın doğal çevreye ve onunla yaşayan hayvanlara, insanlara ne kadar etki ettiğini göstermiştir. Verdiği zarar açısından etkisi artan silahlar savaşı kazanmak için düşmanca amaçlarla doğal çevreye, şehirlerin alt yapılarına, doğrudan insanlara ve hayvanlara çevrilir durumdadır. Savaş artık bu saydıklarımızla yetinmeyip yer küreyi aşmış ve dünyanın çevresinde bile değişiklik yaratma eğilimi yaratmıştır.
0 Yorum
Bu konuya yorum yapılmamış.
İlk yorumu siz yapın.
Yorum Yap